cevizlilokum
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

İslam Öncesi Dönemde Arabistan

Aşağa gitmek

İslam Öncesi Dönemde Arabistan Empty İslam Öncesi Dönemde Arabistan

Mesaj  bursi Paz Nis. 20, 2008 9:12 am

Alemlere rahmet olarak gönderilen Son Peygamber Hz. Muhammed (sav)'in insanlığa tebliğ ettiği dini ve bu dinin toplum üzerindeki etkilerini anlamak için, Hz. Peygamberin içinde doğup yetiştiği çevrenin etnik, coğrafî, sosyal, kültürel, iktisadî ve dinî özelliklerinin ana hatlarıyla bilinmesi zaruridir. Zîrâ İslâm toplumunun varlığını doğrudan etkilemiş olan bu sürecin ortaya konması, hem peygamberliğinden önceki 40 yıllık hayatını bu muhit içinde geçiren Hz. Muhammed (sav)'in bu toplum içindeki duruşunu anlamamıza yardım edecek; hem de İslâm'ı tebliğ ile söz konusu toplum üzerinde meydana gelen değişim ve dönüşümün boyutlarını kavramamıza imkan sağlayacaktır. Tarih boyunca Müslümanlar tarafından asla inkar edilmemiş olan ve "Cahiliye" olarak tavsif edilen bu dönem, asırlar boyunca yazılmış hemen bütün İslâm tarihi kitaplarının siyerden önceki bölümünü teşkil etmiş ve İslâm tarihinin ayrılmaz bir ön parçası olarak algılanmıştır.
bursi
bursi
Genel Bakan

Mesaj Sayısı : 286
Kayıt tarihi : 20/03/08

https://cevizlilokum.yetkin-forum.com

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

İslam Öncesi Dönemde Arabistan Empty Arabistan Coğrafyası

Mesaj  bursi Paz Nis. 20, 2008 9:14 am

Doğusundan Basra Körfezi, batısından Kızıldeniz, güneyinden Hint Okyanusu tarafından kuşatılmış olan Arabistan Yarımadası, dünyanın en kurak ve yağmursuz bölgeleri arasında yer almaktadır.

Eski Latin ve Yunan kaynaklarında geçen “Arabia” ismi, Nil Nehri’nin hemen doğu kıyısından başlayan ve kuzeyde Sina Yarımadası ve Suriye’yi de içine alan bir bölgeyi kapsamaktaydı. Bugün ise daha dar bir alanı ifade eden Arabistan Yarımadası, 3,1 milyon km2’lik yüzölçümüne ve 9 bin km’lik bir kıyı şeridine sahiptir.

Yarımadaya düşen yıllık yağış miktarının ortalama olarak 150 milimetrenin altında kalması, bölgede çöl ikliminin hüküm sürmesinde etkilidir. Geçirdiği jeolojik gelişim sonucunda Asya ve Afrika kıtaları arasında uzanan koca bir dikdörtgeni andıran Arabistan, günümüzden 130 ilâ 200 milyon yıl öncesinde Hindistan ve İran’dan, yaklaşık 65 milyon yıl öncesinden itibaren de Afrika’dan kopmuştur. Bir yırtığın iki kenarı gibi birbirine uyumlu bir çift oluşturan Kızıldeniz’in batı ile doğu sahilleri, kıtalar arası kopmanın şekli ve seyri konusunda oldukça önemli ipuçları vermektedir.

Arapların “Cezîretü’l-Arab” olarak adlandırdıkları Arap Yarımadası, coğrafî yapıyı ve iklimi esas alan birkaç bölgeye ayrılmaktadır. Bu bölgelerin sayısı ve sınırları, tarih boyunca çeşitli tartışmalara konu olmuşsa da, üç bölgenin özellikle ön plana çıktığı görülmektedir: Yarımadanın güneybatısını kapsayan Yemen, batı bölgelerinden oluşan Hicaz ve iç bölgeler ile doğu kıyıları içeren Necid. Hicaz, İslâm dininin doğduğu coğrafya olması açısından tarih boyunca coğrafyacılarca daha yakından değerlendirilmiş olmakla birlikte, Yemen de yarımadanın başlıca üretim ve ticaret merkezi olması sebebiyle oldukça dikkat çekmiştir.

Yarımada tarih boyunca, bir taraftan özellikle yaz aylarında tüm eziciliği ile ortaya çıkan sıcaklık, diğer taraftan da mevsimler, hatta gece ile gündüz arasındaki ani ısı değişimlerinden oldukça menfi bir şekilde etkilenmiştir. Sıcaklığın kuzeyden güneye ve yüksek platolardan alçak kesimlere inildikçe arttığı, hatta kimi zaman 50°C’ye ulaştığı Arabistan’da kış mevsimi, kuzeyde ve Basra körfezi kıyılarında kısmî olarak hissedilirken, sıcaklığın 15°C’nin altına nadir düştüğü Kızıldeniz kıyılarında neredeyse hiç hissedilmemektedir. Şubat’tan Mart’a veya Mayıs’tan Eylül sonuna kadar olan devrede yağabilen yağmurlar, yarımadanın karakteristik sıcak ve kurak iklim özelliğinin oluşturduğu bunaltıcı etkiyi kısmen azaltsa da, kıyılarda gündüzleri 40°C, geceleri ise 30°C’ye ulaşan sıcaklık derecelerinin yaşanmasına engel olamamaktadır. Özellikle sahillerde artan rutubet ile birleşen bu sıcaklıklar, gündelik hayatı oldukça zorlaştırmaktadır. Buna karşılık aynı şartlar, bazı bölgelerin nitelikli ziraatı için uygun bir ortam oluşturmaktadır. Mesela, yarımadanın batı yakasındaki dağ silsilesi ile Kızıldeniz arasında kalan Tihame bölgesinin Yemen Tihamesi olarak bilinen güney kısımlarında sıcaklık kışın bile 25° ilâ 35°C arasında değişmekte olup, sabah vakitlerinde dağlara doğru uzanan nemli sis sayesinde, kahve başta olmak üzere kıymetli zirâî mahsullerin yetişmesi mümkün olabilmektedir.

Arabistan’ın batı kesimlerine hakim olan taşlık sarp dağlar, sellerin meydana getirdiği vadilerle yer yer kesilmiş ve nispeten daha verimli olan bu vadilerin yakınlarında yerleşim bölgeleri kurulmuştur. Ancak buralarda dahi toprağın kumlu, su tutmayan özelliği, verimi yağmurlara bağlı ve oldukça kısa dönemlere has kılmaktadır. Bu sebeple söz konusu yerleşimlerin pek çoğu, göçebe Arapların dönemsel olarak durdukları geçici yerleşim bölgeleri olarak kalmıştır. Diğer yandan Yemen’de derinlere çekilen vadi sularının kullanımını mümkün kılacak teknikler ve ölçekler geliştirilmiş ve bu sayede bu tür vadilerin iskana müsait hale getirilmesi mümkün kılınmıştır. Yerleşim, daha ziyade Arapların “hasa” kelimesinin çoğulu olan ve üstü kumluk, altı sert kaya olan yerler için kullandıkları “Ahsâ” adlı bölgelerde gerçekleşmiştir. Yağmur yağdığında, bu sert tabakanın, suların yerin derinliklerine çekilmesini engelleyici bir rol oynaması ve bu sayede suyun insanlarca kullanımını mümkün kılması, bu bölgelerin tercih edilmesinde temel belirleyici olmuştur. Toprağın niteliği ve yağmur rejimi kalıcı ziraî alanları daraltmaktadır. Yağmurun, güneybatı, güney ve güneydoğuda yaz yağışları şeklinde (muson) düştüğü Arap yarımadasında, ani ve kısa süreli yağışların doldurduğu vadilerdeki sular, sıcak iklim yüzünden yaşanan buharlaşmanın etkisiyle toprağın derinliğine dahi inemeden buharlaşmakta, buna bağlı olarak da akarsu vadileri çoğunlukla kuru kalmaktadır. Bu durumun toprağın aşırı geçirgen ve su tutmaz yapısıyla birleşmesi, yeraltı su kaynaklarını cılızlaştırmakta, dolayısıyla tabii sulamaya dayalı tarla ziraatı, yalnızca güneybatı ile sınırlı kalmaktadır.

Yarımadanın bitki örtüsünü de belirleyen söz konusu iklim şartları, ancak ağaççıklar, çalılar, bodur çalılar ve yarıçalılar gibi uzun ömürlü ve kurak iklime uyum sağlayan bitkilere müsaade etmektedir. Bölgenin faunasına, yalnızca yağmur mevsiminde gelişebilen ve oldukça kısa ömürlü olan bitkileri de eklemek gerekir. Bölgenin en büyük ve ürkütücü çölü olan güneydoğudaki Rub’ul-hâlî’de olduğu gibi, bitkilerin yeraltı su kaynaklarına erişemedikleri yerlerde bitki örtüsü neredeyse hiç yoktur.

Bütün bunlar esasında yarımadada hakim olan elverişsiz tabiat şartlarının, büyük ölçüde ülkenin su kaynakları bakımından yaşadığı mahrumiyetten kaynaklandığını ortaya koymaktadır. Büyük kısmı çorak olan bu coğrafyanın, nispeten bol yağışın düştüğü verimli ve bereketli topraklarla taltif edilmiş güneybatı bölgesi ile iç bölgelerin kurak ve verimsiz toprakları ve çölleri arasındaki uçurumun temelinde bu unsur yatmaktadır. Yarımadanın güneyi dışındaki diğer kısımlarında daimi su kaynakları, seyrek aralıklarla serpiştirilmiş olan vahalardaki yeraltı sularından ibarettir. Vadi boylarında açılan kuyuları kum fırtınaları sürekli kapatmakta, yağmurdan sonra sel suları ile kabaran vadilerde biriken su birikintileri ise kısa sürede buharlaşmaktadır.

Bölgeler arasındaki coğrafyanın bitki örtüsüne de damgasını vuran bu farklılık, bölgesel ürünlerde de kendini göstermiştir. İç bölgeler, kurak bitki örtüsünü yansıtan ve susuzluğa alışkın olan hurma ağaçlarıyla belirginleşirken; Yemen, verimliliğin ve lüksün sembolü olan günlük (tütsü) ağacı ile şöhret bulmuştur. Halkın ana besin kaynağını hurmanın oluşturduğu yarımadanın vaha kısımlarında, bir miktar buğday ve arpanın yanı sıra, darı, soğan, susam, muhtelif sebze, baklagiller, tütün, kayısı, badem, incir, üzüm ve narenciye yetiştirilebilen kısıtlı bölgeler yer alırken; güneyde muz, pamuk, kahve, hatta pirinç ve şekerkamışı gibi muhtelif mahsullerin yetişmesi mümkün olabilmektedir.

Yarımadanın kara iklimi bakımından taşıdığı elverişsizlik, etrafındaki denizlere de yansımaktadır. Gerek Kızıldeniz, gerekse Basra Körfezi’nin iklimi ve yapısı, bu denizlere kıyısı olan bölgelerin gelişmesini de engelleyecek niteliktedir. Her iki deniz de sığlıklar, mercan kayalıkları, ters akıntılar ve rüzgarlarıyla, bölge denizciliğini oldukça zorlaştırmaktadır. Arabistan Yarımadası’nın kıyı coğrafyası da, bu zorlukları kolaylaştıracak özellikleri barındırmamaktadır. Başta güney sahil şeridi olmak üzere, kıyı şeridi liman olmaya elverişli değildir. Denize açılan az sayıdaki liman kentleri de bu şehirlerdeki ticaretin gelişimini destekleyecek bir kara ulaşım ağına ve şehirleri besleyecek bir tarımsal hinterlanda sahip değildir. Bu anlamda belki tek istisna Aden gibi gözükmektedir.

Tüm bu olumsuz şartlara rağmen bölge, ticaret veya ziraattan geçimini temin eden şehirli ve hayvancılıkla uğraşan göçebe bir nüfus barındırmıştır. Göçebe bedeviler aynı zamanda ticaret kervanlarını korumak ve onlara kılavuzluk etmek, ya da bunlara saldırarak mallarına el koymak gibi geçim yolları da edinmişlerdir. Kıyılarda ise daha ziyade ticaret, gemicilik, balıkçılık, inci ve sünger avcılığı ön plana çıkmaktadır.

Özetle, gerek deniz, gerekse kara iklim ve coğrafyasının bölgenin aleyhine işlediği böyle zorlu bir coğrafyada uzun süreli yerleşimler genellikle mümkün olmamıştır. Zaman içinde Cidde gibi bazı yerleşim yerleri yükseliş gösterirken, bir zamanlar Medine’nin limanı olan Car gibi kimi şehirler ise bölge haritasından silinmişlerdir.

Şuaybe’nin Mekke’nin limanı olduğu dönemlerde, kulübelerden oluşan ve ancak nadiren ticarî gemilerin indirme - bindirme yaptığı küçük bir balıkçı köyü olduğu tahmin edilmektedir. Cidde’nin belli başlı bir liman haline gelmesi ve önem kazanması, Hz. Osman’ın burayı Şuaybe’nin yerine, Mekke’nin sahili ve limanı kılması ile gerçekleşmiştir. Şehir bu dönemde bir taraftan Mekke’nin limanı olması hasebiyle gelişmiş, diğer taraftan da Hicaz’ın savunması için stratejik bir mevkide yer alması sebebiyle bir garnizon şehri mahiyetine büründürülerek müstahkem hale getirilmiştir. Cidde, bir yandan limanı olduğu Mekke’nin ticarî refahından faydalanmış; diğer yandan da İslâm dünyasının odak noktası olan bu şehri, Mısır ve Hindistan’dan gelen malların buluştuğu büyük bir ithalat merkezi haline getirmiştir. Zaman içinde kazandığı dinî, iktisadî, stratejik önemle Kızıldeniz ve Arap yarımadasının en hareketli ve mühim limanı haline gelen Cidde, Kızıldeniz seferlerinin durak iskelesi olması bakımından da tarih boyunca önemini hep korumuştur. Ticarî bakımdan taşıdığı ehemmiyet ile de Ortaçağlarda dünyanın sayılı ticaret merkezleri arasında yer almayı başarmıştır. Dahası zamanla, ama özellikle de Haçlı seferlerinin kuzeyden gelen karayolunun güvenliğini tehlikeye attığı dönemlerde Cidde, Kızıldeniz havalisinden gelen ve deniz yolunu tercih eden hac kafileleri için önemli bir buluşma ve transit noktası olmuştur.
bursi
bursi
Genel Bakan

Mesaj Sayısı : 286
Kayıt tarihi : 20/03/08

https://cevizlilokum.yetkin-forum.com

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

İslam Öncesi Dönemde Arabistan Empty İslam Öncesi Arap Toplumunda Dini Durum

Mesaj  bursi Paz Nis. 20, 2008 9:16 am

İslâm’dan önceki Arapların dinleri hakkındaki bilgiler, esas itibariyle Kuzey ve Güney Arabistan kitabeleri ile arkeolojik verilere dayanmaktadır. Ancak bu belgelerde yer alan malzemeler; inanç esasları, ibadet ve dua gibi temel dinî konularda izahlar getirmekten ziyade, Tanrı ve put adları konusunda bilgi vermektedirler. İslâm öncesi Arapların dinleri hakkında, kitabeler ve arkeolojik eserlerin yanı sıra Asur, İbrani, Yunan ve Latin kaynakları ile İslâm öncesi Arap toplumu hakkında doğrudan malumat sunan Cahiliye şiiri ve atasözlerinden de istifade etmek mümkündür. Bu çeşitli ve kısıtlı kaynaklar dışında, özellikle İslâm’ın doğuşunun hemen öncesinde ve İslâm’ın doğduğu ilk dönemdeki müşrik Arapların dinleri hakkında, Kur’ân-ı Kerim başta olmak üzere tefsir, hadis, siyer ve tarih sahasında yazılmış eserlerde de oldukça güvenilir ve ayrıntılı bilgilere rastlanmaktadır.

Putperestlik

İslâm’dan önceki Araplar arasında her ne kadar Yahudilik, Hıristiyanlık, Mecûsîlik, Sâbîlik ve Hanîflik gibi farklı dinî inanışlara rastlansa da, en yaygın dinî inanç hiç şüphe yok ki, putperestliktir. Özellikle bedevîlerin itikat esasını oluşturan bu inanç, Samîlere has inanışın en eski ve iptidaî şeklini temsil eder. Esasında putperestliğin Araplara girişinin sonradan gerçekleştiği, Arapların başlangıçta yaratıcının varlığını inkar etmedikleri, ancak zaman içinde heybetinden ürktükleri Tanrı'ya yalnızca aracılarla ulaşabileceklerini düşünerek putlar edindikleri, dolayısıyla putperestliğin Araplara girişinin yabancı kaynaklı olduğu yönünde görüşler ileri sürülmüştür. Bu iddia, Mekke halkının esasında Hz. İbrahim’in Kabe’yi inşa etmesiyle tevhid inancı ile tanıştığı; ancak İbrahim ve oğlu İsmail neslinin, zaman içinde ihtiyaçlarına cevap veremeyen Mekke şehrinden ayrılırken yanlarında Kabe’den kopardıkları küçük taş parçalarını da götürdükleri ve gittikleri yerlerde kutsal kabul ettikleri bu taşlara tazim göstererek bu inançtan bir uzaklaşma yaşadıkları tezi üzerine dayandırılmıştır.

Taşlara gösterilen bu tazimin tapınma şeklini alışı, Mekke ve Kabe’nin Huzâa kabilesinin hakimiyeti altına girdiği milâdî üçüncü asra tekabül etmektedir. Rivayete göre, bu kabilenin liderlerinden Amr b. Luhay, ticaret amacıyla gittiği Şam’dan aldığı Hübel adlı putu Mekke’ye getirerek Kabe’nin avlusuna dikmiş ve halkı buna tapınmaya davet etmiştir. Yarımadaya bu şekilde giren putatapıcılık zaman içinde yaygınlaşmış ve çok geçmeden de yarımada halkının hakim inancı haline gelmiştir. Kabe’ye getirilen put sayısı zamanla büyük artış göstermiş; öyle ki her kabilenin, hatta her ailenin kendisine ait bir putu olmuştur. İslâm’ın bölgede ortaya çıktığı dönemde Kabe’deki put sayısının 360’a ulaştığı bilinmektedir. Bunlar içinde en meşhurları Hübel, İsaf ve Nâile, Ved ve Hicaz’da “Allah’ın kızları” sayılan üç ilahe Lât, Menât ve Uzzâ’dır. Bunlardan Mekke’ye getirilen ilk put olma özelliği taşıyan ve Mekke’nin en itibar gören putu sayılan Hübel, insan suretinde olup, kırmızı akikten yapılmıştı. Arap kabilelerinin tümü tarafından ilah kabul edilen bu putun Suriye’den getirilişi sırasında eli kırılmış; bunun üzerine Kureyş müşrikleri tarafından altın bir el takılmıştır. Safâ’daki Îsâf ile Merve’deki Naile ise, Kabe’de zina yapan iki insanı temsil ediyordu. Ved, Huzaa kabilesinin putu olup, iri cüsseli bir erkek heykeldi. Arapların en eski mabutlarından olan ve güneşi temsil ettiğine inanılan bir tanrıça sayılan Lat, kalıntılarda bazen güneşin bir parçası, bazen çıplak bir kadın, bazen de bir at olarak tasvir edilmiştir. Hicaz’ın yanı sıra Irak, Şam, Nabat ve Safâ gibi bölgelerde de tapınılan Uzzâ ise, Kureyş’in en büyük putlarındandı. Kureyş’in yanı sıra başka pek çok kabilenin daha takdis ettiği deniz kıyısında bir tapınağı bulunan kader tanrıçası Menat’a gelince, özellikle Hicaz bölgesinin en ilgi çeken tanrıçalarından biri olarak kabul ediliyordu. Kabe’nin çevresindeki putların sayısı ve onlara atfedilen önem kabileden kabileye değişmekle birlikte, söz konusu putların bütün kabileler nezdinde belli bir saygınlığı vardı.

Cahiliye Arapları her ne kadar esas itibariyle putlara tapsalar da, yaratıcı tanrıyı ifade etmek üzere “Allah” diye çağrılan üstün bir Tanrının varlığını da kabul ediyorlardı. Nitekim bölgede Hz. İbrahim peygamberin dini olan Hanifliği benimsemiş kimselerin bulunması, tevhid inancının Arap yarımadası için yabancı olmadığının delili kabul edilmiştir. Milattan sonraki yıllarda özellikle Güney Arabistan’da var olduğu bilinen ve muhtemelen ticaret yoluyla Mekke’ye de taşınmış olan bu inancın, Cahiliye şiirinde de yer alması dikkat çekicidir. Zîrâ Cahiliye şiirinde geçen ve Allah’ı ifade etmek üzere kullanılan “rahman” kelimesinin Cahiliye döneminde çoğulunun bulunmaması, bu kelimenin bir tek tanrıyı ifade ettiği şeklinde yorumlanmıştır.

Kur’ân-ı Kerim’in de işaret ettiği üzere (ez-Zümer, 39/3) Müşrik Araplar putlara, yalnızca kendilerini Allah’a yaklaştırmaları amacıyla tapıyorlardı. Öyle ki onlar, yeryüzünü sulayıp ekinleri yetiştiren, sürüleri çoğaltıp insanın emrine veren Allah’ın “her şeyin yaratıcısı”, “yeryüzünün Rabbi”, “göklerin ve yerin sahibi” olduğunu biliyorlar ve sıkıntılı zamanlarında O’na yalvarıyor, en büyük yeminlerini O’nun adına ediyorlardı. Hatta ürünlerinin bir kısmını dahi O’nun adına ayırıyorlardı. Tehlike anında dua ediyorlar; ancak tehlikeden kurtulunca O’nun varlığını unutuyorlardı. Putlara kurban kesiyorlar; ama aynı zamanda Allah'a ibadet ediyorlardı. Bütün bunlar, Cahiliye Araplarında Allah inancının oldukça muğlak olduğunu ve bir inanç bunalım ve kargaşasının yaşandığını göstermektedir. Her ne kadar bilinç düzeyinde aracı olarak görülseler de günlük yaşam içinde putlar hayatın bütün alanlarını kuşatmış ve hakim inanç alanı oluşturmuş durumdaydı.

Cahiliye Araplarının putlar için kullandığı en yaygın ve şümullü ifadeler, sanem ve vesen kelimeleriydi. “Heykel”in karşılığı olarak kullanılan sanem, “Allah’tan başka tapılan şey” anlamına gelmekteyken, “Dikili taş” anlamına gelen “Nasb”ın daha ziyade taştan yapılmış mabutlar için kullanıldığı sanılmaktadır.

Putperestliğin tabii sonucu olarak Cahiliye dönemi Arabistan’ında bir put veya tapınak edinmek oldukça önemliydi. Hemen her evde tapınılacak bir putun yer aldığı Cahiliye Arabistan’ında, ayrıca Kabe veya tapınak önlerine de taş dikilirdi. İbadetlerin toplu olarak yapıldığı yerler, çok sayıda putun yer aldığı tapınaklar olup, ibadetler tavaf eder gibi taşın çevresini dolaşmak sûretiyle gerçekleştirilirdi. Göçebelerin tapınak ihtiyacını karşılamak için de konaklanılan yerlerde kurulan çadırlardan biri tahsis edilirdi. Araplar nezdinde büyük saygınlığı olan bu tapınaklar çoğunlukla “beyt” adıyla anılsa da, küp şeklinde olanlarına “kabe” denmekteydi. Yemen’in San’a bölgesindeki Riyâm tapınağı, Cahiliye döneminin en tanınmış tapınakları arasında yer almaktaydı.

Cahiliye dönemi Arap inanışında ibadetlerin başlıca gayesi, dünyevî bir takım hedeflere ulaşmak olup, ibadet biçimi put evlerinde yapılan dua, secde ve tavafın yanı sıra kurban kesmek ve sadaka vermek şeklinde gerçekleştirilirdi. Genellikle sağlık, zenginlik, zafer ve evlat sahibi olma gibi isteklerin dile getirildiği duaların kabulü için, putlardan yardım ve şefaat talep edilirdi. Hayatın ana gayesini, dünya zevklerinden olabildiğince istifade etmek üzerine temellendirmiş olan Cahiliye inanışında ahiret inancı yer almasa da, bunun da Allah inancı gibi muğlâk olduğunu görürüz. Zîrâ ölünün yiyecek ve giyecek gibi ihtiyaç maddeleriyle mezara konması, keza mezarın başına aç-susuz bırakılarak ölüme terk edilen ve ölüye mahşere giderken bineklik yapacağına inanılan bir hayvanın bırakılması, bilinçaltında ölüm sonrasında ikinci bir hayatın var olduğuna dair bir telakkinin yattığını gösterir.

Cahiliye dönemi Arap dini inanışının ana mahalli, hiç şüphe yok ki Kabe ve çevresidir. Nitekim hac ibadetinin, Cahiliye döneminin en yaygın ve düzenli ibadet şekli olduğu bilinmektedir. Savaşın yasak olduğu ve kabileler arası çatışmanın sona erdirildiği hac mevsiminde, her kabile Kabe’yi tavaf eder; tavaf sırasında kendi putları önüne geldiklerinde de saygıyla eğilip dua eder ve telbiye getirirlerdi. Günahlardan arınmayı sembolize etmek üzere tavaf, umumiyetle çıplak olarak gerçekleştirilirdi. Bir bayram coşkusu içinde algılanan haccın esasını tavaf teşkil etse de, hac ibadeti, Kabe dışındaki putların yer aldığı bölgedeki diğer tapınakların da ziyaretini kapsardı. Tanrının varlığının izini taşıdığına inanılan ve bu nedenle kutsal sayılan tapınaklar dahilinde hiçbir canlı varlık yok edilemezdi. Bu bakımdan bu gibi mekanlar, kabile taassubunun hışmına uğramış ve can güvenliğinden endişe edenler için ideal bir sığınaktı. Söz konusu tapınaklardaki Tanrılara muhtelif armağanlar ve güzel kokular sunan, adaklar adayıp hayvanlar kurban eden Cahiliye Araplarının, Yahudi ve Hıristiyanlar gibi oruç tuttukları, keza çocuklarını sünnet ettirdikleri bilinmektedir. Gusül ve ölülerin yıkanıp kefenlenmesi gibi uygulamaların da var olduğu bilinse de, yaygınlık dereceleri hakkında net bir kanaat yoktur.

Önemli işlerinin halli konusunda putlardan yardım dileyen, onlar önünde çektikleri fal okları ile problemlerine çözüm arayan ve bütün bunları dinî bir vecibe haline getiren müşrik Araplar, kuşların uçuşuna, ya da hayvanların yönüne bakarak kehanette bulunurlar; nazardan korunmak için de muska ve tılsımlara başvururlardı. Eşyalarının yanı sıra çanak çömlekle gömülen ölüleri için de adakta bulunurlar; mezarlarına da heykel veya taşlar dikerlerdi.

Haniflik

İslâm’ın ortaya çıkmasından hemen önce hem Kureyş putperestliğine karşı gösterdikleri dirençle, hem de kitap ehli Hristiyanlık ve Yahudiliğe karşı koydukları mesafeli tutumla dikkatleri üzerlerine çekmiş olan Hanifler, tevhid inancının bütün yarımada boyunca yayılmasında ve İslâm’ın ortaya çıkmasında hazırlayıcı bir rol oynamışlardır. Sayılarının azlığına ve zühdü temsil eden münzevi ve münferit yaşamlarına rağmen, hem sürdükleri sade hayat biçimiyle, hem de soy, bilgi ve kültür bakımından temsil ettikleri değerlerle, Cahiliye döneminin öne çıkan unsurları olmayı başarmışlardır. Kur’ân’ın da övgüyle andığı (el-Hac, 22/30-1) bu zümre, tevhid esasına dayandığını söyledikleri Hz. İbrahim dininin muhtelif coğrafyalara taşınmasında önemli rol oynamıştır.

Yahudilik

İslâm öncesi Arap toplumu içinde kitabî iki dinden biri olan Yahudiliğin Yemen ve Yesrib bölgeleri dışında fazla bir müntesip bulmadığı görülmektedir. Söz konusu bölgelerin Yahudilikle tanışması, bir yandan M.Ö. VI. yüzyılda Kudüs’ün işgal edilmesi, diğer yandan da Roma’nın Suriye ve Filistin bölgelerinde sıkı takibat yapması sonucunda Hicaz'ın bu bölgelerden gelen Yahudilerin göç alanı haline gelmesi sırasında gerçekleşmiştir. Daha ziyade Medine, Hayber, Fedek, Teyma ve Vâdiülkurâ gibi bölgelere yerleşen söz konusu Yahudilerle miladi II. veya III. yüzyılda aynı bölgeye göç eden Yemen asıllı Evs ve Hazrec kabileleri arasında yaşanan gerginlik, Yahudiliğin bu bölge Arapları üzerinde kayda değer bir etki bırakmasını önlemiştir. Her ne kadar gerek bölgede faaliyet gösteren Yahudi tüccarın etkisiyle, gerekse Yemen'in Himyerî hükümdarı Zû Nüvâs'ın Yahudi olmasıyla Yahudilik, Arap yarımadasının güney batısında genişleme imkanı bulmuşsa da, bu dinin milli bir din kabul edilmesi, Yahudilerin kendilerini diğer din mensuplarından üstün görmeleri, Yahudi ahkamının bedevi yaşam tarzına uygun olmaması gibi nedenlerle bu din Araplar üzerinde fazla rağbet görmemiştir.

Hristiyanlık

Yahudiliğin İslâm öncesindeki Arap toplumu üzerinde bu nedenlerle sınırlı bir etki yaptığından bahsederken, Hıristiyanlığın çok daha etkin bir rol oynadığını söyleyebiliriz. Hıristiyanlığın Arap yarımadasına girişi, miladi IV. asırdan itibaren kuzeyde Suriye, güneyde ise Habeşistan yoluyla gerçekleşmiştir. Suriye bölgesinden gelen Hıristiyanlar, doğu kiliseleri arasındaki mezhep ihtilafları nedeniyle Bizans topraklarında barınamayan muhalif gruplardan oluşmaktaydı. Bunlar, başlangıçta Kuzey Arabistan'daki Gassânî ve Hire Arapları arasında etkili olmuşlarsa da zamanla birçok Arap kabilesinin daha Hıristiyanlaşmasına yol açmışlardır.

Güney Arabistan'da Hıristiyanlığın yayılması ise daha ziyade Habeşliler eliyle gerçekleşmiştir. Necran'ı bu dinin Arabistan topraklarındaki önemli merkezlerinden biri yapmaya çalışan Habeşliler dışında, Sasaniler karşısında bölgede üstünlük kurmak isteyen Roma İmparatorluğu'nun verdiği desteğin de Hıristiyanlığın gelişmesinde etkili olduğunu belirtmek gerekir. Özellikle Himyerî Kralı Zû Nüvâs'ın Yahudiliği seçmesiyle başlayan bölgenin Yahudileştirilmesi sürecinde, Hıristiyanlık Güney Arabistan'da büyük güç kaybına uğramışsa da, gerek Bizans İmparatorluğu'nun gerekse Habeşistan Krallığı'nın devreye girmesiyle bölgenin yeniden Hıristiyanlaştırılması sağlanmıştır. Hatta Güney Arabistan'da hedeflerine ulaşan Habeşistan kuvvetleri, valileri Ebrehe vasıtasıyla Hicaz bölgesine kadar ilerlemişlerse de başarılı olamamışlardır.

Hıristiyanlığın Arap yarımadasında kolay yayılmasında, bu dinin putperestliğin iptidai ve sade yapısına nispetle çok daha gösterişli bir görünüm arz etmesinin de etkili olduğu üzerinde durulmuş; Hıristiyan kültürünün, ayinleri, dinî kıyafetleri, görkemli mabetleri, heykelleri ve ikonaları ile Araplar üzerinde belli bir cazibe oluşturduğu dile getirilmiştir. Nitekim Araplar arasında Hıristiyanlığın şeklî cazibesini anlatan şiirlerin kaleme alınması da bunu teyit etmektedir. Bunda Hıristiyan misyoner ve rahiplerinin yoğun propagandalarının da önemli bir etkisi olmuştur. Ana yayılma alanı Kuzey Arabistan olan, ancak yarımadanın sahil bölgeleri ile Yemen’de de etkisini gösteren Hıristiyanlığın kabul gördüğü Arap kabileleri arasında, Kudâa, Gassan, Lahm, Tağlib, Bekr, Behrâ, Âmile, Süleyh ve İyâd'ı saymak mümkündür.

Ayrıca Yemen ve Irak dolaylarında, sayıları az da olsa, yıldızlara ve diğer gök cisimlerine tapanlara rastlandığı gibi, Bahreyn civarında da ateşe tapan Mecusiler bulunmaktaydı.
bursi
bursi
Genel Bakan

Mesaj Sayısı : 286
Kayıt tarihi : 20/03/08

https://cevizlilokum.yetkin-forum.com

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

İslam Öncesi Dönemde Arabistan Empty İslam Öncesi Arap Toplumunda Sosyal Durum

Mesaj  bursi Paz Nis. 20, 2008 9:18 am

Toplumsal Yapı

Arap yarımadası üzerindeki sosyal hayatın şekillenmesinde, hiç şüphe yok ki bölgenin içinde bulunduğu coğrafî ortamın ve iklim özelliklerinin önemli bir etkisi olmuştur. Nitekim vahalarda yaşayan yerleşiklerle (hadarî), kırsal kesimde yaşayan göçebeler (bedevî), Cahiliye dönemi Arap toplumunun belli başlı iki temel unsurunu oluşturmuştur. Bölgedeki iki farklı hayat tarzını yansıtan bu tasnif, aynı zamanda yarımadanın birbirinden farklı coğrafî ve iklim özelliklerini de ön plana çıkarmaktadır. Zira bedevîlik oldukça kısıtlı imkanlarla yaşayan ve coğrafî ve iklim özellikleri bakımından çok daha nasipsiz bir bölge olan Kuzey ve Orta Arabistan’ın hakim hayat biçimi iken, hadarîlik, yaşam imkanlarının çok daha çeşitlendiği güneyin hayat tarzını temsil etmiştir. Hatta Arap toplumu içindeki bu ayrıma ilk defa Kur’ân-ı Kerim dikkat çekmiş ve yarımadanın köy ve şehirlerinde yaşayanlar “arab”, çölde göçebe olarak yaşayanlarsa “a’rab: bedevî” olarak anılmıştır.

Araplar her ne kadar hayat tarzı bakımından bedevî ve yerleşik olarak tasnif edilseler de mensup oldukları kol itibariyle de iki ana grupta ele alınırlar. "Arab-ı Bâide" olarak isimlendirilen birinci kol, İslâm'dan önceki asırlarda yaşamış olup, nesilleri tükenmiş ve diğer kabilelere karışarak isimleri unutulmuş olan Arap kabileleridir. "Arab-ı Bâkıye" olarak isimlendirilen ve İslâm'ın doğuşu sırasında hâlâ soyları devam eden ve yarımada halkını teşkil eden ikinci kol ise, kendi içinde iki ana gruba ayrılmıştır. Bunlardan ilki, "Arab-ı Âribe" denen Yemen asıllı Kahtâni kabileleri olup, insanlığın ikinci babası sayılan Hz. Nuh'un oğlu Sam'ın soyundan gelmektedirler. Arim seli sonucu ülkelerini terk etmek zorunda kalan ve zorunlu bir göç gerçekleştiren bu kabilelerden Huzâa Mekke'ye, Evs ve Hazrec ise Medine'ye gitmiş ve oranın yerleşik halklarını oluşturmuşlardır. Yine bu kabilelerden Suriye'ye gidenler Gassanîler Devleti'ni, Irak'a gidenler ise Hireliler Devleti'ni kurmuşlardır. "Arab-ı Âribe'nin ikinci kolu olan Arab-ı Müsta'ribe'ye gelince, soy olarak Hz. İsmail'e ulaşmakta olup, Hicaz ve Necd halkı ile Arap yarımadası ortalarında yaşayan ve iki kıtaya da komşu olan yerlerin halkını tanımlamıştır. Babası İbrahim tarafından Mekke'ye getirilen ve Kahtanîler'den Cürhüm kabilesine mensup bir kadınla evlenen Hz. İsmail'in neslini kapsayan bu kol, Hz. Peygamberin atası Adnân'a nispetle "Adnânîler" diye isimlendirildiği gibi, Mudarîler, Meaddîler, Nizârîler gibi adlarla da anılmıştır. En büyük kollarından biri Hz. Peygamberin mensubu olduğu Kureyş kabilesi olan bu boya mensup kabilelerin çoğu, Mekke ve çevresinde yoğunlaşmış olup, bölgenin hakim toplumsal kesimini oluşturmuştur.

Bedevilik

Hayat tarzı bakımından hadarî ve bedevî şeklinde tasnif ettiğimiz Arap toplumunun büyük çoğunluğunu, deve veya keçi kılından yapılmış çadırlarda göçebe olarak yaşayan bedevîler oluştururken, geriye kalan kısmını da hadarîler dediğimiz köy, kasaba ve şehirlerde kerpiçten yapılmış evlerde yaşayan yerleşikler oluşturmaktaydı. İslâmiyet’in ortaya çıktığı bölgenin Orta ve Kuzey Arabistan olduğu dikkate alındığında, çöl ikliminin hüküm sürdüğü bu bölgedeki hakim yaşam tarzını, “göçebe deve çobanlığına dayalı bedevîlik” şeklinde tanımlamak uygun olur. Tarihin çok eski zamanlarında Araplar tarafından ehlileştirildiği bilinen ve açlık ve susuzluğa karşı gösterdiği dirençle çöl ikliminin vazgeçilmez vasıtası haline gelen develer, zamanla bu coğrafya insanının ayrılmaz bir parçası olmuştur. Öyle ki 57 derece sıcaklıkta 17 gün hiç su almadan 200 kilo kadar yük taşıyabilen olağanüstü hayvanlardır develer. İklim şartlarına bağlı olarak daimî bir göçün yaşandığı bedevî yaşamında, dişi develerden oluşan bir sürü, çok büyük bir servet anlamına gelmektedir. "Bir hafta kendilerine yetecek yiyeceği saklamaya uygun karınları, yiyecek deposu olarak işlev gören yağ hörgüçleri; kum fırtınalarına karşı özel perdelerle donatılmış burunları, çift sıra kirpikli gözleri, içi tüylü kulakları; dikenli bitkileri yemeye uygun ağız yapıları ve bunları hazmedebilen sindirim sistemleri; aşırı sıcağa ve soğuğa dayanma kabiliyetleri ve bir defada 60 litre su içerek bu suyu vücutlarının her yerine hızlı bir şekilde dağıtabilmeleri" gibi özelliklerinin yanı sıra, "fırtınalarda yer değiştiren kum tepelerine rağmen yolunu şaşırmayan güçlü hafızaları" ile develerin, söz konusu coğrafya için yaratıldığından kimsenin şüphesi olamaz. Arapçada deve ile ilgili kelimelerin bir kitap hacmine ulaşacak kadar çok olması, keza Cahiliye şiirinin ana konularından birini develerin teşkil etmesi, onların Arap toplumunda edindiği yeri göstermektedir. Çölde haftalar süren uzun yolculuklarda vücutlarından su temin edilebilen bu hayvanlar, eski dünyada kıtalararası ticarette oynadıkları rolle, medeniyetin gelişmesine de önemli bir katkıda bulunmuşlardır.

Ani baskınlarda veya komşu kabilelerin çadırlarının ziyareti sırasında at tercih edilse de, develer hiç şüphesiz Cahiliye dönemi Arap toplumunun en yaygın binek hayvanları olmuştur. Develerin, yük ve binek hayvanı olarak kullanılmaları dışında, et, süt, deri, gübre, yün ve gölgelerinden de istifade edilmiştir.

İslâm öncesi Arabistan’ını en iyi tanımlayabilecek 3 şey, çöl, deve ve bedevîdir. Çölün kendine has ağır şartlarını, deve gibi mucizevî bir hayvanla kolaylaştırmış olan bedevîler, genellikle deve yününden yapılmış çadırlarda yaşamaktaydı. Taşınması kolay ve pratik olarak toplanabilen çadırları tercih eden bedevîler, çadırlarında ayrıca silahlarını, kendilerine ve hayvanlarına ait yiyecekleri, kaplarını ve koşum aletlerini de muhafaza etmekteydi. Çadırların kurulup toplanmaları ile tamir işleri kadınlar tarafından yapılmaktaydı.

Yağmurların düşmeye başladığı ilkbahar mevsiminin gelmesiyle yeşillenmiş bölgelere hücum eden bedevî Araplar, hayvanları için uygun mera haline gelmiş bu alanları hemen yaşam alanına çevirirlerdi. Birkaç hafta içinde otları tükenecek olan bu geçici meralardan azamî derecede istifade ederler; bir anlamda çok geçmeden gelecek kurak ve kıtlık dolu günler için depolama yaparlardı. Esasında bedevîler devamlı göç halinde olsalar da her kabilenin kendine ait bir merası mevcuttu. Fırtınaların ve yağmurun ne zaman gerçekleşeceğini bilmeye yarayan “ilmü’l-enva” sayesinde geçici meraların yerlerini tayin edebilen bedevîler, bu meralardaki otların tükenmesinden sonra asıl meralarına dönerlerdi.

Sefil denebilecek kıt kanaat şartlarda yaşayan ve ancak zorunlu ihtiyaçlarını temin derdinde olan bedevîlerin temel besin kaynakları hurma ve süt idi. Av hayvanları istisna edilecek olursa bedevîler eti, ancak özel misafirleri veya şenlikleri için hayvan kestikleri zamanlarda yiyebilirlerdi. Avlanmaya düşkünlükleri ile bilinen bedevîlerin avladıkları hayvanlar arasında, dağ keçisi, yaban sığırı, ceylan, yaban eşeği, tavşan, keklik, deve kuşu ve kertenkele yer almaktaydı. Pişirilerek yenen veya hurma ile karıştırılmak suretiyle ezmesi yapılan çekirge de bedevi sofralarında yer almaktaydı.

Çöl hayatının neden olduğu olumsuz iktisadî ve sosyal şartlar, bedevî kabileler arasında genellikle su ve otlak yüzünden sık sık çatışmaların yaşanmasına neden olmaktaydı. Nitekim Orta Arabistan’ın İslâm öncesi tarihinde, “Eyyâmü’l-Arab” denen ve geleneklerle kurulmuş kanun ve kuralları bulunan kabile içi savaşlar önemli bir yer tutmuştur. Bazen yıllarca devam eden bu savaşların en meşhurları arasında Besûs, Dâhis ve Ficâr zikredilebilir. Karşılıklı olarak pusuların kurulup, sürülerin ve kadınların çalınıp gasp edildiği bu savaşlarda, cana kıymamak şartıyla baskın vermek ve mal almak meşru sayılıyordu. Düşman kabileye karşı yeterli gücün oluşturulamaması halinde, yandaş kabileler aranıyor ve sonuçta bir kabilenin tümüyle yok olması sağlanıyordu. Hızlı büyüyen ailelerin kısa zamanda büyük bir kabile haline gelmesi de o kabile ile komşu kabileler arasında çatışma nedeni olabiliyor; buna bağlı olarak da bölgede sık sık kabile göçleri yaşanıyordu.

Bedevîler her ne kadar Cahiliye dönemi Arap toplumunun belkemiğini oluştursa da, bölgeden geçen ticaret kervanlarının hareketlendirdiği muhtelif menziller üzerindeki vaha ve vadilere yerleşmiş yarı göçebe unsurla, Arap yarımadasının kıyı sakinlerine yerleşmiş yerleşik topluluklar da Arap yarımadasının toplumsal hayatının önemli halkalarını teşkil etmişlerdir. Ancak bütün bu kesimleri birbirinden kesin hatlarla ayırmamak gerekir. Zira yarı göçebe bir hayat tarzına sahip olup zaman içinde yerleşik hayata geçenler olduğu gibi, bir zamanlar bedevî olan bazı şehir sakinlerinin de göçebeliğe dönüş yaptıkları bilinmektedir.

Bu bakımdan bütün toplumlarda olduğu gibi İslâm öncesi Arap toplumunda da nüfusun bütün unsurları, iç içe ve ortak paydalarda yaşamaktaydı. Zîrâ bu kesimlerin birbirlerine ihtiyaçları vardı. Çölün ortasında tek başına kalmış vaha toplulukları himayelerini, binek hayvanlarının hızından kaynaklanan askerî bir üstünlükleri olan bedevîlere teslim ederken, bedevîler de muhtelif ihtiyaçlarını bölgedeki yerleşiklerden sağlamaktaydı. Bir anlamda göçebeler yerleşiklerin hurmasını yerken, yerleşikler de bedevîlerin deve sütünü içmekteydi.

Ancak Kuzey ve Orta Arabistan bölgelerine nispetle Güney Arabistan’ın çok daha gelişmiş ve şehirleşmiş bir yapı arz ettiğini söylemek mümkündür. Bunda bölgenin gerek tarım, gerekse ticaret imkanları bakımından taşıdığı avantajın önemli bir etkisi olmuştur. Her ne kadar İslâm’ın bölgede ortaya çıktığı ilk dönemlerde Hicaz vahaları, Güney Arabistan ile Akdeniz dünyası arasındaki ilişkileri düzenleyen kervan merkezleri olmaları nedeniyle faal bir ticaret ekonomisine sahip olmuşlarsa da, bu durum Güney Arabistan'ın bölgede oynadığı rolle kıyaslanamaz. Öyle ki Aden limanı ve Kızıldeniz’in Bâbülmendeb girişi sayesinde Güney Arabistan, söz konusu dönemde Akdeniz ile Uzakdoğu arasındaki ticaretin en önemli kavşak noktalarından biri olarak faaliyet göstermiştir. Göçebelere nispetle daha yüksek bir hayat seviyesine sahip olan sahil bölge halklarının başlıca geçim kaynaklarını da, ticaret, gemicilik, balıkçılık, inci ve sünger avcılığı ile sınırlı miktarda tarım oluşturmuştur.

Geçim Kaynakları

Arap yarımadasında ekonomik hayat, iklim şartları ve toplumsal yapıya bağlı olarak değişmekle birlikte, umumi olarak hayvancılık, tarım ve ticarete dayanmaktaydı. Hakim sınıfı oluşturan bedevîler, çiftçilik, sanat ve zanaat alanındaki faaliyetleri hakir görüp, geçimlerini büyük ölçüde hayvancılık, avcılık ve ticaret gibi yollardan temin ederlerken, yerleşikler daha ziyade tarım ve ticarete dayalı bir hayat sürdürmekteydi. Üç tarafından denizlerle kaplı olmasına rağmen, yarımadada balıkçılık oldukça sınırlı bir alanda yapılmaktaydı.

Ana geçim kaynağı hayvancılık olan bedevîler, zorlu hayat şartlarının bir sonucu olarak sık sık komşu şehir ve köylerle bölgeden geçen kervanlara düzenledikleri baskınları da bir geçim aracı olarak görüyorlardı. Tarihin oldukça erken dönemlerinden itibaren ticaret yollarının çölden geçmeye başlaması, bedevî Arapları kervan saldırıları ve onların mallarına el konulması konusunda oldukça ustalaştırmıştı. Yapılan baskınlarda deve ve yiyecek çalmanın yanı sıra çocuk ve kadınlar da kaçırılıyor ve serbest bırakılmaları karşılığında fidye talep ediliyordu.

Zorunlu ihtiyaçlarını mübadele yoluyla şehirlilerden temin eden bedevîler için ticaretin de önemli bir geçim kaynağı olduğunu vurgulamamız gerekir. Zîrâ hububat, hurma, elbise ve kap-kacak gibi temel ihtiyaç maddelerini; yağ, yün, deve ve keçi kılından mamul kumaşlar, halı, deriden imal edilmiş kırba ve tulum, çuval, ip ve hasır gibi ürünleri satmak suretiyle temin ediyorlardı. Bedevîlerin Arap yarımadasının muhtelif yerlerinde kurulan panayırlara mal götürmek sûretiyle girdikleri bu süreç, onları kervan ticaretinde mahir hale getirmiştir. Çok geçmeden bedevîler Hindistan ve Çin’den Yemen ve Kızıldeniz kanalıyla Mısır ve Akdeniz ülkelerine yapılan uluslararası ticarette, hem büyük ticaret kervanlarına deve temin etmişler, hem de kervanların yol güvenliğini sağlayarak onları muhtelif saldırılara karşı korumuşlardır. Mevzilendiği topraklardan geçen yolcu ve ticaret kafilelerine verdikleri kervan muhafızlığı ve kılavuzluğu hizmetlerinin bedevilere kazandırdığı bedel, iktisadî bir rahatlama olmuştur.

Bedevîlerin dolaylı yoldan katıldığı bu ticarette, Mekke'nin yerleşik halkını oluşturan şehirli sınıfın aktif bir şekilde yer aldığını görürüz. En önemli ticaret gelirlerini hac için bölgeye gelen hacı adaylarından sağlayan Mekke halkı, her yıl haram aylarda Taif yakınında kurulan büyük panayırlara büyük rağbet gösterir; hurma ağaçlarının gölgesinde kurulan çadırlarda ticaretin yanı sıra birçok etkinlik gerçekleştirirdi. Diğer yandan her yıl ticaret maksadıyla kışın Yemen'e, yazın da Şam'a düzenlenen ticarî seferlere katılarak, Yemen - Şam hattında önemli bir bağlantı noktası olan Mekke'nin ticarî canlılığına katkıda bulunurlardı.
bursi
bursi
Genel Bakan

Mesaj Sayısı : 286
Kayıt tarihi : 20/03/08

https://cevizlilokum.yetkin-forum.com

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

İslam Öncesi Dönemde Arabistan Empty İslam Öncesi Arap Toplumunda Sosyal Durum

Mesaj  bursi Paz Nis. 20, 2008 9:20 am

Siyasî ve İdarî Yapı

Mekke'nin yegâne hükümet teşkilatı, muhtelif oymakların başları ve ileri gelenleri tarafından oluşturulan ve "Mele" adıyla bilinen meclis olup, bu meclisin yürütme yetkisi yoktu. Meseleleri müzakere eden Mele'de oy birliği ile alınan kararlar etkili kabul edilir; onun dışında her oymağa bağımsız olma hakkı verilirdi. Basit bir siyasi teşkilatı olan bu yapıda otorite, şeyh, reis, emir, rab, seyyid gibi isimlerle anılan kabile reisinde toplanırdı. Kabilelerin eşit hak sahibi yaşlıları arasından kabile toplantısında seçilen ve zenginlik, şeref gibi özellikleri ile ön plana çıkan kabile reisinin görevi de, hükmetmekten çok hakemlik yapmaktı. Yaptırım gücü olmayan reisin belli başlı sorumlulukları arasında, kabile toplantılarının idaresi, diğer kabilelerle olan ilişkilerde kendi kabilesinin temsili, kabile içi ihtilafların halli, savaş ilanı, savaş sırasında kumandanlık, ganimetlerin taksimi, seyahat ve göç zaman ve vakitlerinin tespiti, kabile fakirlerine yardım edilmesi, anlaşmaların yapılması, misafirlerin ağırlanması, esirlerin kurtarılması, diyetlerin ödenmesi gibi işler yer almaktaydı. Adaletle ilgili durumların hakemlere havale edildiği bedevî sosyal hayatında hakem kararına uymayanlar kabileden atılmaktaydı. Kabilelerin işleri, kabile mensuplarının katıldığı meclislerde halledilmekte olup, bu meclis aynı zamanda reise de müşavirlik etmekteydi. Ceza ve mükafatın yalnızca söz konusu meclis tarafından verildiği bu yapıda, her ne kadar reis başta olmak üzere otorite kabul edilen kimselerin sözüne çok itibar ediliyorsa da herkesin söz hakkı bulunuyordu.

Söz konusu yapı, hiç şüphe yok ki, çölde hayat süren ve çadırlarda yaşayan bedevî Arapların idarî geleneğini yansıtmaktadır. Yerleşik bir hayatın hüküm sürdüğü Mekke'deki yapıya gelince, burada çok daha organize olmuş bir yönetim geleneği ile karşılaşmaktayız. Şehrin varlık sebebi sayılan, halkın geçim yollarını oluşturan, bölgenin din anlayışı ile kültür yapısını şekillendiren Kabe merkezli bir yönetimin tesis edildiği bu yapıda yöneticilik ve hükümet işleri, büyük ölçüde bu mabede yapılan hizmetlerin organize edilmesinden ibaretti. İslâm'ın doğduğu yıllarda sayısı onlarla ifade edilen bu görevler, sidâne (Kabe'nin yöneticiliği, kapıcılığı ve perdedarlığı), sikâye (hacılara su bulma ve dağıtma), rifâde (fakir hacılara yemek dağıtma), ukâb (savaşta bayraktarlık), kıyâde (kumandanlık), işnâk (borçları ve para cezalarını tespit, ödeme ve ödettirme mercii), kubbe (savaş techizat ve mühimmatının konulduğu çadır), einne (savaş atlarının dizginlenip, sevk ve idaresi), sefâret (elçilik), îsâr (özellikle yolculuk ve savaş gibi önemli konularda alınacak kararlarda yardımcı olmak üzere şans ve kura yöntemi), hükümet (davalara bakma), mahcere malları (Kâbe'deki putlara bağışlanan para ve mücevherâtın idaresi), imâre (Kâbe çevresindeki sükûnet ve edebi tesisle görevli birim), nedve ve meşveret (danışma meclisi) gibi hizmet alanlarını içine almaktaydı. Kureyş kabilesinin muhtelif kolları arasında dağıtılan bu görevlerden bazısı çok önemli olmasa da, tüm Kureyş kollarını mutlu etmek ve aradaki rekabet ve kıskançlığı engellemek gayesi ile ihdas edilmişlerdi. Bununla birlikte Kureyş içinde gerçekleşen bu işbölümünün, düzenli bir hizmetin gerçekleşmesi yönünde katkı sağlayacağı ve bölgeye çok sayıda hacı adayını çekeceği de düşünülmüş olmalıdır.

Aile

Kabilenin temelini ailenin teşkil ettiği Arap toplumunda aile yapısı, erkeğin hakimiyeti üzerine oturmakta olup, aile içi akrabalık ilişkileri erkekler yoluyla tesis edilmiştir. Bu bakımdan hem ailenin güçlendirilmesi, hem de kabilenin itibarının artırılması bakımından Arap toplumunda çok sayıda erkek çocuğa sahip olmak oldukça önemli addedilmiştir. Erkekler, fizikî gücün büyük önem taşıdığı zorlu çöl şartlarında, kabilenin en önemli savaşçı unsuru sayılırken ve kadınlar üzerinde mutlak bir üstünlüklerinin olduğu kabul edilirken, kadınlar, toplumsal bir yük olarak görülmüşlerdir. Sosyal itibarı olmayan, miras hakkından mahrum bırakılan, kocasının ölümü halinde dahi çocuğunun velayet hakkını alamayan kadınlar, ancak çocuk dünyaya getirmeleri halinde aileye katılabilme hakkı kazanan ikinci sınıf bireyler olarak algılanmışlardır. Bu bakımdan yeni doğan her kız çocuğu, ailenin değersiz ve yüz kızartıcı bir üyesi olarak muamele görmüş; ölüme mahkum edilmesinde de bir beis görülmemiştir. Kız çocuklarının öldürülmesinde zorlu çöl şartlarının yol açtığı geçim sıkıntısının da etkili olduğu üzerinde durulsa da, kadının hakir görüldüğü ortadadır. Küçümsenen bu rolüne rağmen Arap toplumunda kadının oldukça önemli görevler yüklenmiş olduğu görülecektir. Bedevî erkeklerin savaş ve yağma dışındaki vakitlerinin büyük kısmını, işsiz güçsüz oturarak kadın, aşk ve kahramanlık temalarında konuşarak ya da yakıcı sıcak nedeniyle çadırlarında uyuyarak geçirdikleri bir düzende, bedevî kadınlar bütün bir güne yayılan birçok iş yükü altındaydılar. Çocuğun dünyaya getirilip yetiştirilmesi gibi uzun vadeli rolleri dışında, bedevî kadınların yemek hazırlamak, süt sağmak, yağ yapmak, çamaşır yıkamak, örtü, çadır ve elbise için kumaş dokumak, yün eğirmek, çadır kurmak ve toplamak gibi birçok mükellefiyetleri vardı. Ancak aileyi büyütmenin yolunun, erkek çocuk sayısını artırmaktan geçtiği bu düzende bedevî kadının ana görevi, erkek çocuk dünyaya getirmekti. Cahiliye dönemi Arap toplumunda, kabilenin bir parçası olduğu sürece anlam ifade eden aile yapısının bağımsızlığından bahsetmek mümkün değildi.

Arap toplumunda nikah, kadını ve aile hayatını güvence altına alan bir kurum olmaktan uzaktı. Her ne kadar yaygın evlilik biçimi, bir erkeğin belli bir mehir karşılığında kendisine denk bir soy ve nesebe mensup bir kadınla nikah akdetmesi şeklinde gerçekleşiyorsa da, çok farklı evlilik ve birliktelik biçimlerine rastlanmaktaydı. Bir kadının kocasının uygun göreceği bir kişiyle çocuk sahibi olmak amacıyla bir araya gelmesi, iki erkeğin karşılıklı olarak eşlerini değiştirmeleri, hür olması nedeniyle zina yapamayan bir kadının bir erkekle metres hayatı yaşaması, bir kadının on kişiden fazla olmamak kaydıyla aynı anda farklı erkeklerle evlenmesi, kadın ve erkeğin süreli bir evlilik akdi yapması, üvey oğlun annesi ile evlenebilmesi, iki kız kardeşin aynı anda bir erkeğin eşi olması gibi farklı birliktelik ve evlilik çeşitlerinden bahsedilebilir.

Toplumsal Değerler

Aynı atadan geldikleri kabul edilen ve aralarında nesep irtibatı bulunan insan topluluklarının oluşturduğu kabile sistemi üzerine kurulmuş olan İslâm öncesi Arap toplumunda, toplumsal değerleri ve kuralları belirleyen yegâne şey, kabilenin büyükleri tarafından tespit edilen kabile örfü idi. Kendine has kuralları olan ve kendi içinde tutarlılık gösteren koruyucu bir nizam özelliği gösteren bu yapı, can ve mal güvenlikleri başta olmak üzere fertlerin bütün haklarını düzenlemekteydi. Kabile düzeninin dışına çıkmak veya herkes tarafından bilinen bu kuralları çiğnemek, çölün güvenlik sistemi sayılan himayenin dışında kalmak demekti ki, bu da o ferdin intiharı anlamına gelmekteydi. Kabileye mensubiyet, ferde birçok haklar sunmakla kalmıyor; aynı zamanda kabile mensupları arasında kolektif bir sorumluluk anlayışının da oluşmasına imkân sağlıyordu.

Mensup oldukları kabilenin bir parçası olarak bu kolektif bilinçle yaşayan Cahiliye dönemi Arapları, çölün amansız şartları içinde kendilerine özgü bir ahlak ve erdem anlayışı geliştirmişlerdi. Kabile içi dayanışmanın güçlendirilmesinde önemli rolü olan ve mürüvvet ve cömertlik değerleri olarak yüceltilen bu değerler, savaşta cesaret ve dayanıklılığı, yoksullukta kanaatkarlık ve misafirperverliği, toplumuna ve görevlerine karşı sadakati, felaket sırasında sabrı, intikam almada ısrarlı olmayı ve hayatın pahasına dahi olsa her zaman doğruluğu ön plana çıkartmaktaydı. Zayıfın himaye edilmesi, kuvvetliye karşı konulması, önemli meziyetler olarak görülüyordu.

Bütün bunlar kabileyi kenetleyici unsurlar olsa da, kabile mensuplarını birbirine bağlayan asıl unsur, kabile ruhu asabiyetti. Asabiyet, nesepleri bir olsun veya olmasın, kabile üyelerinin bir asılda birleştiklerine inanmaları sonucunda, birbirlerine sağladıkları manevi güç ve desteği ifade eden dayanışma duygusu anlamına gelmekteydi. Zîrâ hem zorlu tabiat şartlarına, hem de rakip kabilelere karşı verilen mücadele, kabile içi dayanışmayı zorunlu kılmaktaydı. Bu bakımdan birlikte yaşamak, birlikte hareket etmek ve haksızlıklara karşı birlikte mücadele etmek durumunda olan bedevîler, çadır ve develeri dışında ortak bir mülkiyete sahipti. Toprak, av, ot, ateş ve su, kabile mensuplarının ortak malı sayılıyordu.

Kabilenin bireyin aidiyet duygusunda edindiği sarsılmaz konum, onlara kutsal addedilen görev ve sorumluluklar yüklemekle kalmıyor; aynı zamanda toplumdaki siyasî ve iktisadî alandaki otorite boşluğunu da dolduruyordu. Kabile fertlerinden birine gelen herhangi bir zararın tazmini konusunda bütün bir kabile seferber oluyor; keza kabile mensuplarından birinin öldürülmesi halinde maktulün intikamını almak için bütün kabile ayağa kalkıyordu. Zîrâ geleneklerin koruma altına aldığı insan canına kıymanın bedeli çok ağırdı. “Kana kan, cana can” şeklinde tanımlanan bu bedel, katile maktulün yakınları tarafından ödettiriliyordu. Aksi takdirde öç almakla mükellef kişi, ömür boyu duyacağı bir şerefsizliğe gömülmüş kabul ediliyordu. Bu bakımdan bazen çok uzun ve kanlı savaşların ortaya çıkmasına neden olabilen adam öldürme konusunda azamî bir gayret gösteriliyordu.

Bireylerin hem canını, hem malını koruma altına alan kabile asabiyetinin öngördüğü değerler, buna karşılık bireylerin kabile nizamı ve örfü ile başka kabileler ile yapılmış anlaşmalara itaat etmelerini zorunlu kılıyordu. Hiçbir otoriteye boyun eğmeyen bedevîlerin, kabile örfü karşısında kayıtsız bir teslimiyet gösterdikleri görülmektedir.

Zaten çok güçlü olan kabile bağı, kabileler arasında kurulan akrabalıklarla daha da güçlendiriliyordu. Bu akrabalıklar, hilf, câr ve velâ denen yollarla tesis ediliyor, bu sayede kabilelere katılmalar gerçekleşiyordu. Bunlardan hilf ve câr, kabilesini terk eden veya kabilesinden kovulan bir kimsenin başka bir kabile mensubunun himayesine (câr) girmesi veya müttefiki (halîf) olması anlamına gelirken; velâ savaş veya baskın sonucunda ele geçen veya satın alınan kölenin âzad edilmesi şeklinde gerçekleşiyordu.

Kültürel Ortam

Çetin şartların yaşandığı uçsuz bucaksız çöl hayatında, Arap toplumu kendini şiir ve güzel söz söyleme sanatı gibi çok farklı bir alanda bulmuştur. Hayatın zorluklarına karşı da önemli bir direncin üretilmesini sağlayan bu alan, devamlı hareket halinde olan bir toplum için çok önemli bir birleştirici unsur olmuştur. Malzemesini, aşk, şarap, savaş, zafer, kahramanlık, düşmana duyulan kin, avcılık, tabiat, kabile değerleri gibi konulardan alan Arap şiiri, bir anlamda bedevî hayatının aynası olmuştur. Öyle ki bedevînin hayatına giren her şey, şiire akıtılmıştır. İslâm öncesi Arap yarımadasının ana toplumsal zeminini oluşturan çok sayıda eş ve çocuk, sürüler, deve ve atlar, ticaret, yağma ve baskınlar, akınlar, şarap ve kadın merkezli eğlenceler, Arap şiiri ve güzel söz söyleme sanatının ele alıp övdüğü başlıca temalardı. Ülkede büyük saygı uyandıran şiir sanatının ustaları olan şairler, mensubu oldukları cemiyetin sözcüsü, rehberi, bilgini, hatibi, hatta tarihçisi sayılırlardı. Onların alelâde bir insanın elde etmesi imkansız olan tanrısal bir güç tarafından desteklendikleri düşünülür, özel bir ilimle donatıldıklarına inanılırdı. Şairlerin kendi kabilelerini göklere çıkaran, düşman kabileleri ise yeren şiirler söylemesi oldukça yaygın bir tarzdı. Hücumun ve cevabın aynı vezinde olmasının ve aynı uyak ile yapılmasının şart olduğu bu şiirlerden hiciv ile övgü tarzında yazılanlar, en sevilen türlerdi. Ancak hiciv çoğu zaman sövgüye kayarken, övgü de kolaylıkla dalkavukluğa dönüşebiliyordu.

İslâm öncesi Arabistan’ında, gerek Güney Arabistan ile Mezopotamya bölgesi, gerekse Akdeniz ülkeleri ile Uzakdoğu arasında gerçekleşen iki yönlü ticaret sayesinde bir takım pazar ve panayırlar açılmıştır. Bu panayırların, gerek Arap toplumsal yapısının canlanmasında, gerekse bölgede belli bir kültür ortamının şekillenmesinde mühim bir etkisi olmuştur. Putperestliğin merkezi oluşu nedeniyle dinî açıdan önemli bir imtiyaza sahip olan Mekke halkı bu imtiyazlarını ticarî yönde değerlendirmeyi başarmış ve komşu ülkelerle yaptıkları ticarî anlaşmalarla Arap yarımadasındaki ticarî ve kültürel hayatın canlanmasına katkıda bulunmuştur. Zira İran dirhemi ve Bizans dinarının kullanıldığı ve Arabistan’da yaşayan bütün kabilelerin katıldığı panayırlar, ticarî olduğu kadar kültürel bir alışverişe de kaynaklık etmiştir. Birçok bölgeden hac maksadıyla Mekke’ye gelen ve hac mevsiminde kurulan Minâ, Mecenne, Zülmecaz ve Ukaz gibi büyük panayırları ziyaret eden insanlar, bu sayede şiir ve hitabet yarışmalarının düzenlendiği ve birinci gelen eserlerin altın suyu ile yazılıp Kabe duvarına asılarak ödüllendirildiği Arap kültür muhitini teneffüs imkânı bulmuşlardır.

Okuma yazma oranının çok düşük olduğu Arabistan'da, şiirin yazıya geçirilmesi oldukça geç bir dönemde gerçekleşmiştir. Uzun süre hafızalarda muhafaza edilmiş olan ve kulaktan kulağa nakledilerek İslâmî dönemlere taşınmış olan şiirin böylesine canlı olarak yaşama imkanı bulduğu Hicaz'ın en büyük kültür merkezi Mekke'de dahi okuma yazma bilenlerin sayısı, rivayete göre yirmiye ulaşmıyordu. Göçebe Araplar arasında okur-yazar bulmak hiç mümkün olmazken, diğer merkezlerde de bu rakam daha aşağılara inmekteydi. Yazmayı öğrenenler, yalnızca buna ihtiyaç duyanlardı.

Okuma yazma oranı düşük olsa da Arapların bilgi ve tecrübelerini aktardıkları belli alanlarda güçlü bir sözlü birikim oluşturdukları söylenebilir. Soy ilmi, efsanelerle karıştırılmış bir tarih geleneği, su ve hava durumları ile kendileri ve hayvanlarının sağlıkları ile ilgili kehanetler, iz sürme mahareti, "Câhiliye ilimleri" arasında sayılabilir.
bursi
bursi
Genel Bakan

Mesaj Sayısı : 286
Kayıt tarihi : 20/03/08

https://cevizlilokum.yetkin-forum.com

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

İslam Öncesi Dönemde Arabistan Empty Komşu Bölgelerin Durumu

Mesaj  bursi Paz Nis. 20, 2008 9:22 am

Habeşistan

Dünyanın en eski yerleşim bölgelerinden biri olan Habeşistan, güney-batı Arabistan’dan gelen Sâmî asıllı Sebeliler tarafından kurulmuş; çok geçmeden de bölgenin hakim güçlerinden biri haline gelmiştir. Zaman içinde Kızıldeniz limanlarına hakim olarak Akdeniz ve Uzakdoğu arasındaki uluslararası ticaretin önemli bir halkası olmuştur.

IV. yüzyılda putperest Kral Ezana’nın Hıristiyan oluşu ile Habeşistan halkı dinî bakımdan önemli bir değişiklik yaşamış ve Hıristiyan olmuştur. Ancak VI. Yüzyılın ilk yarısına gelindiğinde Yemen’de Yahudiliğin etkileri görülmeye başlanmış; Yemen’de iktidarı elinde tutan Himyer kralı Zû Nüvâs’ın Yahudiliği seçmesi ve bölgedeki Hıristiyanlara baskı yapması ve bu baskıdan bunalan Yemenli Hıristiyanların da dindaşları Habeşlilerden yardım istemesi sonucunda Habeşistan Yemen’i işgal etmiştir. Merkezden gönderdikleri valilerle yönetmeye başladıkları Yemen’i Hıristiyanlığın önemli merkezlerinden biri haline getirmeyi hedefleyen Habeş Krallığı, Sana’da Kulleys adı verilen bir kilise inşa etmiştir. Yemen valisi Ebrehe, 570 yılında, hem Kulleys’e rakip gördüğü Kabe’yi tahrip etmek, hem de Hicaz’ın tamamını hakimiyet altına almak amacıyla Mekke’ye askerî bir sefer düzenlemiş; ancak başarılı olmamıştır. Hz. Peygamberin doğduğu yıl gerçekleşen ve Mekke ve Habeş halklarını karşı karşıya getiren bu harekatın başarısız olması, Habeşistan’ın Yemen’de kurduğu hakimiyetin de sarsılmasına yol açmıştır. İstilacı Habeşliler ile Yemen’in yerli halkı arasında çıkan çatışmalar da bu süreci hızlandırmıştır. Çok geçmeden Habeşliler, bölgenin en önemli gücü olan Sâsânîler tarafından Yemen’den çıkarılmışlar ve bu suretle Arap yarımadası ile olan ilgilerini de koparmışlardır. Daha sonra Habeşistan içinde başlayan iktidar mücadeleleri de onların Arap topraklarına olan ilgilerini azaltmada etkili olmuştur. Bu kopukluk, Hz. Muhammed (sav)’in İslâm’a davet çağrısına kulak veren ilk mü'minlerin horlandıkları ve işkence gördükleri Mekke’den kaçarak Habeşistan topraklarına sığınmalarına kadar devam etmiş; İslâm’ın ilk yıllarında mü'minlere kucak açan ve inananların gurbetteki ilk sığınağı olma vasfı kazanan Habeşistan, Arabistan dışında Müslüman olan ilk yabancı hükümdar olan Necaşi Ashame ile İslâm’ın yayılış tarihinde önemli bir yer tutmuştur.

Bizans (Doğu Roma İmparatorluğu)

Büyük Roma İmparatorluğu’nun devamı olarak 330- 1450 yılları arasında Balkan yarımadası, Anadolu, Suriye, Filistin ve Mısır’da hüküm sürmüş olan Bizans, İslâmiyet’in Arap yarımadasında ortaya çıkmasından hemen önce üç kıtaya yayılmış toprakları ve büyük bir bölgeyi nüfûzu altında tutan hakimiyet alanı ile bölgenin iki önemli gücünden birisi idi. Ancak İslâm’ın tam da Arabistan’da doğduğu döneme tekabül eden Heraklesios (610-641) dönemi, Bizans tarihinin en zorlu dönemlerinden biridir. Merkezde taht kavgalarının yaşandığı, sivil ve askerî idarenin bozulduğu, ekonominin çöktüğü bu dönemde devlet ciddi bir sarsıntı geçirmekteydi. Ülke içindeki farklı mezhep mensuplarına uygulanan iktisadî ve dinî ambargolar da devlet ve tebaa arasında ciddi kopmalara neden oluyordu. Bütün bu iç tehditlere ilaveten ezeli rakibi Sâsânî İmparatorluğu’nun ülke topraklarını hedef alan yayılma politikası ile kuzeyden gelen Avar ve Slav tehdidinin bunalttığı Bizans, yıkılmanın eşiğine gelmişti. Sâsânîlerin 611’de doğu eyaletlerine yönelik başlattığı işgal, Antakya, Dımaşk, Kudüs ve Mısır gibi bölgelerin elden çıkmasına yol açmış; Boğaziçi kıyılarına kadar ilerleyen İran ordusu İstanbul’u hedef almıştı. Bu kötü gidişat, Bizans İmparatoru Herakleios’u şartları oldukça ağır bir anlaşma imzalamaya mecbur etmişti. Sâsânîlerin ehl-i kitap Bizans’ı mağlup etmesi, Hz. Peygamberin İslâm dinini tebliğ ettiği müşrik Arapları oldukça sevindirmiş; Müslümanların akıbetinin de Bizans’a benzeyeceği yönünde temennilerde bulunmalarına yol açmıştır.

Bizans'ın her türlü lüks maddelerini doğudan talep ederken, İran'ın hem Çin ve Hindistan'dan gelen karayolları, hem de Basra Körfezi yoluyla Hindistan ve Seylan'dan gelen deniz yolları üzerinde yer alması sayesinde Bizans üzerinde iktisadî bir üstünlük kurma çabaları sık sık bu iki gücü karşı karşıya getirmiştir. Öyle ki Bizans'ın, savaşın ticareti aksattığı zamanlar bir yana, barış zamanında da ipek ve baharatlar için Sâsânîlere yüksek ücretler ödediği bilinmektedir.

Bizans, ezelî rakibi Sâsânîler karşısında uğradığı yenilgiden sonra, ülke içinde muhtelif reformlar başlatmış; bu doğrultuda Anadolu’da “thema”lar (askerî eyalet) sistemi kurulmuştur. Devletin artık güven duymadığı ücretli asker sistemine karşı alternatif olarak getirdiği bu düzen, Anadolu’da kuvvetli bir yerel ordunun kurulmasını sağlamıştır. Hem ordu, hem de idare düzeninde yapılan reformlarla toparlanan devlet, Sâsânî hücumlarına mukabele etmeye başlamış ve 627 – Ninova Savaşı ile Sâsânîleri Anadolu’dan çıkarmıştır. Ancak Bizans’ın Sâsânîler karşısında kazandığı zafer, ülke içi siyasî çekişmeleri ve mezhep farklılıklarına dayanan dinî problemleri çözmeye yetmemiştir. Devletin yaşanan dinî ihtilaflarda tarafsızlığını koruyamaması ve bilakis bir taraf olarak devreye girmesi, halk kitlelerinin ciddi memnuniyetsizliklerine yol açmıştır. Zaten çok geçmeden başlayacak olan İslâm fetihleri ile de Bizans’ın kazandığı bütün bu başarılar anlamsızlaşacak ve bölgenin haritası yeni baştan çizilecektir.

Sâsânî İmparatorluğu

Kadîm bir devlet geleneği olan ve Zerdüşt dinini benimsemiş olan Sâsânî Devleti, İslâm’ın ortaya çıktığı dönemde, 226 yılında kurulan bir hanedanın elinde bulunmaktaydı. Batıda Bizans ile doğuda ise Türklerle mücadele eden İmparatorluğun sınırları bir yanda Afganistan, diğer yanda da Amuderya’ya kadar uzanıyordu. Devletin merkezi ise, zengin Irak toprakları üzerinde idi.

Ortadoğu ve Mısır toprakları üzerinde hakimiyet kurmak amacıyla Bizans’la sık sık çatışmalar yaşayan Sâsânîler, Bizans’ın söz konusu bölgeler üzerinde hakimiyet kurması üzerine Arap yarımadasına yönelmiş ve İran körfezi ve Güney Arabistan kıyıları üzerinde nüfûz kurmayı denemiştir. Söz konusu bölgelerdeki prenslikler Sâsânilere bağlanmış ve ülke belli bir istikrara kavuşmuşsa da, Nuşîrevân’dan sonra gerileme sürecine giren Sâsânîler’in çöküş süreci de uzun sürmemiştir.


Dr. Nihal Şahin Utku
bursi
bursi
Genel Bakan

Mesaj Sayısı : 286
Kayıt tarihi : 20/03/08

https://cevizlilokum.yetkin-forum.com

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Sayfa başına dön


 
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz